Doç. Dr. Emin Elmacı

Doç. Dr. Emin Elmacı


Bazıları İçin Üçüncü Şans Yoktur

06 Haziran 2020 - 13:10

Mustafa Kemal Atatürk 13 Kasım 1918 tarihinde İstanbul’a geldiğinde; daha önce Çanakkale’deki başarıları sonrasında engel olduğu İtilaf Donanması da aynı gün İstanbul’daydı. Aynı gün, gazetelerde küçük de büyük de olsa “hiçbir Osmanlı gemi ve deniz araçlarının boğaza çıkmamasının” duyurulması egemenliğin bitişinin başlangıcıydı sanki. Herkes egemenlik açısından onursuzca işlerin olmaması yönünde temenni içerisindeydi ama İtilaf Devletleri aynı düşüncede değillerdi.

Gerçekten de; gelişmeler İtilaf güçlerinin fiili bir işgaline gittiği gibi, devlet işlerine de karışmalarına neden olacaktı. Asayişsizlik artmış, İtilaf devletlerinden güç bulanlar farklı bayraklar dalgalandırmaya başlamış bayraklar; ancak akşama doğru indirtilebilmişti.   

Polis ve jandarmanın sözü geçmiyor, rütbe farkı olmadan tüm Osmanlı subaylarının İtilaf subaylarına selam vermesi isteniyordu. Burada daha ilginç nokta ise; Osmanlının kendi bürokratlarının da buna razı olması ve ellerinden gelenin daha büyüğünü yapmakta hiç vakit kaybetmemeleriydi. Ellerine verilen listelerle, vatanseverlerin evlerine İtilaf subaylarıyla izinsiz girip, tutuklamaya başlamışlardı. Burada ana sorun; siyasetin işin içine girmesi ve bürokrasiye getirdikleri kendi adamları aracılığıyla her şeyi kontrol edebilecek duruma gelmeleriydi.

Sorun; ülkede başlatılan algı ile her şeyin sorumlusunun İttihat Terakki olduğunun dayatılmasıydı. İktidara gelmeye çalışan Hürriyet ve İtilaf üyeleri de yer kapma peşindeydi. Ama asıl sorun ise;  Bürokrasiye atananların ülkeden daha çok kendilerini düşünmeleri nedeniyle, üstlerinden gelen her emri, düşünmeden ve sorgulamadan kabul edip uygulamaları olacaktı. Onlar için, ülke ve halkın çıkarı, bırakın ikinci olmayı dördüncü beşinci belki de sonuncu öncelikti. Tek öncelikleri kendileriydi. Bu nedenle özellikle 1921 yılı sonrası yavaş yavaş durumun nereye gideceğini görmüşler ve kaçınılmaz sondan kurtulmak adına çareleri de düşünmeye başlamışlardı. Bazıları akıllıydı; 30 Ağustos 1922 öncesi ülkeyi terk etmişler, bazıları ise sona kalmış ve 1 Eylül sonrası ülkeden kaçmak zorunda kalmışlardı.

Hükümete bakan atanmasından, Polis müdürü atamasına, bir Vali veya mutasarrıf atanmasına kadar her bürokrasi ataması artık yavaş yavaş Hürriyet ve İtilaf Fırkası eline geçmeye başlamıştı. O kadar ki Damat Ferit; kurduğu hükümete başka fraksiyonlardan bakan aldığı dönemlerde, o bakan ile çalışamayacak konuma geldiğinde elindeki en önemli güç, istifa etmesiydi. Çünkü arkasında ona tekrar aynı görevi vereceğini bildiği çok ve en önemli desteği Vahdettin var idi. Nitekim de öyle olmuş ve beğenmediği her bakan yerine; istifa ettikten sonra kurduğu yeni hükümete “beğendiği” bakanı getirmeyi adet edinmişti.

İngilizler ile arası çok iyi olan ve İttihatçı düşmanı Ali Kemal İçişleri Bakanı olacak ve Mustafa Kemal Paşa’yı azletmek için uğraşacak, yine İngilizlerin her istediğini Adliye Nazırı iken yapan Kambur İzzet, HİF’in adamı diye İzmir’e Vali atanacak ve İzmir’in işgali öncesi kendisine gelen İzmirli vatanseverlerden “başlarıın çaresine bakmalarını” isteyecek ve işgale de ses çıkarmayacaktı. Bir başka HİF’li İzmir Belediye Başkanı Hacı Hasan Paşa da “zito Hacı Hasan” nidalarıyla alkışlanacaktı. Bir tanesi de Manisa Mutasarrıfı ve yine iyi bir HİF’li olan Hüsnü Bey idi ve o da Manisa’daki vatanseverleri “merak etmeyin Yunanlılarla görüştüm Manisa’ya gelmeyecekler” diye uyutmuş ve bir hafta sonra gelen Yunan ordusuna şehri elleriyle teslim etmişti. Bürokrasinin siyaseten atanmasına en iyi örneklerden bir diğeri de bir gazetenin idare memuru olan HİF’in adamı Nurettin Bey’in alelacele Üsküdar mutasarrıfı yapılıp daha sonra da Polis Müdürlüğüne atanması olacaktı. Belki de daha ilginci ise; Nurettin Bey’in Üsküdar mutasarrıflığında arkadaşı olan yine iyi bir HİF’li ve Üsküdar Belediye müdürü Mehmet Ali Bey’in de İçişleri Bakanı olması idi. Ama daha kötüsü de; ülke işgal altında tehlikede iken biri İçişleri Bakanı diğeri İstanbul Pois Müdürü olarak bu iki HİF’linin, 1913 Babıali baskınında devletin telgraf tellerinin kimin kestiğini araştırmaya çalışacak kadar partizanca tutumlarıydı. İşin ilginç ve belki de acı yanı ise; yine HİF’li olan ve Mustafa Kemal Paşa’nın telgraflarının gönderilmemesi emrini veren dönemin Posta Telgraf Müdür olan Refik Halit Karay’ın anılarında; daha evvel arkadaş olan bu iki kişinin aralarında konuşmalarını “tuhaf- oyun-eğlence” olarak nitelemesi ve “Üsküdar Belediye Müdüründen şanlı bir Nazır, ‘İkdam’ idare memurundan da keskin bir Polis Müdürü çıktı” şeklinde söz etmesiydi.

Yorucu ve yıkıcı savaşın sonuçlarının hissedilmeye başlandığı bir ortamda en önemli sonuç;  vatanseverliklerinden hiç şüphe edilmeyecek olan kişilerin, gazetelerdeki itibarsızlaştırma yarışı ile “vatan haini” haline getirilmesi olacaktı. Bunun sonucunda da iktidar yarışı ile muktedir olduğunu sananların en önemli hatası ortaya çıkacaktı.  O da; “vatan haini” ilan ettikleri İttihatçılar vatanı kurtarmaya çalıştıklarında, buna destek vermek yerine sırf “muhalifimiz” diyerek karşı çıktıklarında; bu kez “vatan haini” konumuna kendileri düşecek olmasıydı. İttihatçılar sonrası hükümete gelen diğer muhaliflerin en büyük hatası; gaflete düştükleri bu durumdan kurtulamayıp, dalalete ve hatta hıyanete gitmeleri olacaktı. Gaflet bir şeyi bilmeden yapmak ise, dalalet bir şeyi bilmeden yapıp öğrendikten sonra da devam etmekti. Hıyanet ise; baştan itibaren bir hatayı bilerek yapmak idi. İşte bunun farkında olan Mustafa Kemal Atatürk de; Milli Mücadele döneminde gaflete düşenleri vatan uğrunda affetmiş, hatta dalalete düşenlere bile bir şans vermiş ve onlardan yararlanmıştı.

Sivas Kongres'ini basmaya çalışacak olan El Aziz Valisi Ali Galip Bey ile ilk karşılaştığında onunla sert konuşmuş ve onu ikna ettiğini düşünmüştü. Ancak Ali Galip Bey bu ikinci şansı iyi değerlendirememiş ve 1922 sonrası ülkeyi terk ederek Romanya’da mandıracılık yapmaya razı olmuştu.

Aslında en önemli şanslar tahtta bulunan padişah Vahdettin’e verilmişti. Daha Samsun’a çıkışı sonrası geri çağrılması sürecinde 14 Haziran 1919 tarihinde Vahdettin’e yazdığı mektupta ilk uyarısını yapmıştı. Kendisini İstanbul’a çağırmalarının tuzak olduğunu ileri sürmüş ve eğer süreç olumsuz olursa da sine-i millete dönmekten çekinmeyeceğini ve vazifesini yapacağını uyarısında bulunmuştu. Mustafa Kemal Paşa; Vahdettin’in ablasıyla evli Damat Ferit’in yaptıklarının Vahdettin’den habersiz olmayacağının çok iyi farkındaydı. Bu nedenle; Sivas Kongresi’nin gücü ile 31 Eylül tarihinde Damat Ferit’in istifasını kabul etmek zorunda kalan Vahdettin’e yazdığı ve basına da verdiği bir mektubunda ikinci bir şans daha vermişti. Yayınladığı bildirilerde, tüm suçun Damat Ferit’te olduğunu ve padişahın da onun etkisinde bunu yaptığını, aslında padişahın milletin yanında olduğu vurgulanmıştı. Padişah da bu ortamda bu şansı kullanmaya mecbur kalmıştı. Ve verdiği bir demeçte “benim menfaatim, milletimin menfaatine bağlıdır. Milletsiz padişah olmaz. Milletimin saadet ve refahını isterim.” demişti.

Ancak ne oldu ise; İngilizlerin artık sert tedbirler alınması kararını vermeleri üzerine işlerin rengi değişecekti. Vahdettin; ikinci şansı da kullanamamış ve 1 Eylül 1919 tarihinden sonra tüm gazetelerde Mustafa Kemal Paşa’nın milli hareketin lideri olarak boy boy fotoğraflarının ve demeçlerinin yayınlandığı ve Damat Ferit Paşa’nın istifasının ülkenin dört bir tarafında şenliklerle karşılanarak “vatan haini” olarak nitelendiği süreç sonunda; tekrar eniştesi olan Damat Ferit’i Nisan 1920’de Sadrazam olarak atamıştı. İşte belki de bundan sonra dönülemez noktaya gelecekti.

Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını “asi” ilan edip “onların öldürülmelerinin dinen caiz” olduğu ve “onlarla savaşmayanların ahirette acı azap çekeceğinin” vurgulandığı fetva ile kardeşin kardeşi vurmaya başlayacağı bir iç çatışmaya bu dönemde geçilecekti. Mustafa Kemal Paşa arkadaşlarının idam kararı da bu süreçte Vahdettin tarafından imzalanacaktı.

Kendi menfaatini milletin menfaatine” bağlı olduğunu söyleyen Vahdettin, millerin menfaati yerine saltanatın menfaatini düşünmeye başlamış ve “milletsiz padişah olamayacağı” düşüncesini unutmuştu.

O günler; milli birliğe en ihtiyaç olunan, yabancı devletlerin 60 parça gemiyle İstanbul’a işgale geldikleri bir süreçti.

O günler; birlik ve beraberliğe en ihtiyaç duyulduğu bir dönemde sadece kendilerini düşünenlerin, kendi çıkarlarını güçlendirmeye çalışanların, karşı tarafı yok etmenin kendileri için iyi olduğunu sananların; büyük hatalara düştüğü günlerdi.

Birileri için artık üçüncü bir şans daha yoktu.

Vatan ve milletin tümü, en önemli olandı.

Ve de öyle oldu.

Her zamanki gibi….
 

YORUMLAR

  • 0 Yorum