Doç. Dr. Emin Elmacı

Doç. Dr. Emin Elmacı


9 Eylül'ü Anlamayan, Kurtuluşu Anlayamaz

10 Eylül 2020 - 12:46

Eylül ayındayız yine. Herkes için ortak veya farklı anlamlar içeren Eylül ayı. Hüzün, barış, hazan, sonbahar, bütünleme….

Bende ise bir anı kitabındaki cümleden dolayı, Eylül ayı; ileride filmi bile yapılabilecek önemli bir ay. Tabii Eylül 1922. "1 Eylül 1922 günü İstanbul'da bütün elçiliklerin önü ana baba günüydü" diyordu yazar. Bir çalışmam için okuduğum anıdaki bu cümleyi anlamaya çalışırken; yanıt hemen arkasındaki cümlede gelmişti. Birçok kişi, kaçmak için elçilik önlerindeydi. Yabancı ve maalesef yerli tebaa.

30 Ağustos zaferi, bir gün sonra gazetelere yansımış ve ertesi gün 1 Eylül'de birçokları Elçiliklere dayanmıştı. Kaçmalarını gerektiren duyguları anlamak zor değildi. İstanbul devletin başkentiydi ve Anadoludan gelen sese; bu bürokrasi şehri epey bir dönem kayıtsız kalmıştı.

Hatta Damat Ferit hükümetlerinde tam tersi ülkesini düşünenler "asi", "dinsiz" ve "vatan haini" bile ilan edilmişlerdi. Ateşkes sonrası İstanbul'a işgal kuvvetlerinden bir heyetin ilk geldiği gün Maliye Nazırı Cavit Bey; sabah evlere cekilmiş İngiliz ve Yunan bayraklarını, ancak geceye doğru indirtebildiklerini yazmıştı.

Anadolu için çalışanları ihbar edenler, görevden alanlar, suçsuz insanları idam edenler, cezalandıranlar, işgal güçlerinin askeri olanlar, Anadolu'nun milli olduğunun anlaşılmasına rağmen engellemeye calışan, ordu kurup üzerine silahla yollayan, idama mahkum edenler...

Gazete köşelerinde Anadolu'daki milli harekete küfreden ve gazetelerdeki en ufak destek cümlesini sansürleyenler, kendi ülkesinin vatanseverlerini yakalatan ve yakalayanlar, para için, makam için İşgalcilerin her dediğini yapan onur ve şeref yoksunları...

Evet! Damat Ferit'in bir cümlesinde dediği gibi "ya acz içinde İngilizlerin altında yaşayacağız ya öleceğiz" zihniyetindekiler; Mustafa Kemal Paşa'nın Sivas'ta dediği gibi "Ya İstiklal Ya Ölüm" zihniyetindekilere karşı yenilmişlerdi.

Elçiliklere gidip; başlarına birsey gelmeden, suçluluk psikozuyla bir an önce ülkeden kaçıp gitmesinler de ne yapsınlardı ki. “Ya İstiklal Ya Ölüm” diyenler kazanmıştı Altında yaşayacakları İngilizler olmayacaktı artık. Onurlu şerefli insanlarla yaşayamayacaklarını da biliyorlardı.

İşte bu ortamda; 26 Ağustos Büyük Taarruz sonrası zafer gelmek üzereydi. 29 Ağustos 1922 tarihli gazeteler bile “Milli ordumuz taaruza başladı. Cenab-ı Hak Muzaffer Etsin" başlıkları atmaktaydı. Zafer,”zafer benimdir diyebilenindi” artık. Ve Zafer gelmişti. O zamanı yaşanlardan birinin anılarında dediği gibi; "En agırbaşlı, en yaşlı köylü bile yerinde duramıyor, hepsi, hepimiz, sevinçten çılgın gibiydi” herkes.

Ardından da o büyük adam o büyük emri vermişti. “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz. İleri!” Ordu; yakıp yıkarak kaçan, Yunan ordusunu takip etmiş ve sonunda İzmir’e varılmıştı. Bir başka gazete; 9 Eylül 1922 tarihli sayısında, “İzmir’imize kavuştuk” manşetini atmıştı. Bir yazar ise bugünleri;“İzmir Düğünü” olarak tanımlarken, bir İngiliz gazetesinde de; bir İngiliz milletvekilinin; "Yunanlılar Lloyd George'un ahmakIıgının cezasını çekmektedir." manşetini atıyordu.

Ertesi gün ise İzmir’e şanlı ordumuz girmiş; gazetenin birinde ise, tepesinde al yıldızlı bayrağın asıldığı Saat Kulesi’nin fotoğrafı vardı. Birkaç yıldır ülkemizin bir şehrinde başka bir devletin bayrağı vardı ve artık bu son bulmuş ve yerinde şanlı bayrağımız dalgalanmaktaydı. Aynı günde ABD Konsolosunun yazdığı rapora göre; "Türk süvarileri mükemmel bir düzen içinde lzmir'e girmişlerdi "

9 Eylül günü; lzmir'de denize dökülen görünüşte Yunan ordusu olsa da aslında İtilaf Devletleri yeniliyordu. Bunun herkes farkındaydı. Zaten sonuçta da ateşkes Mudanya’da Yunanistan dışındaki İtilaf Devletleri ile imzalanmıştı.

Ancak İzmir’e ilk girenlerin ve şehre bayrak çekenlerin onuru; tek başına bir kişiye verilemezdi. İlk aşamadan son aşamaya bu onu en başta Mustafa Kemal Atatürk’ündür. O olmasaydı olmazdı. Herkes bunun üzerinde hemfikirdi. Fevzi Çakmak Paşa, İsmet Paşa, Nurettin Paşa, Albay Mürsel, Albay Suphi, Yarbay Mehmet Zeki, Yarbay Salih Zeki, Binbaşı Reşat, Yüzbaşı Şerafettin, Teğmen Ali Rıza,  Teğmen Hamdi, Abdülhalik Bey isimleri her zaman kalplerde olacaktır.

Gelelim İzmir’e Türk ordusunun girişine; İzmir’e ilk giren kahraman askerlerimizin bağlı olduğu Fahrettin Altay Paşa'nın dediği gibi; bir tümen Mersinli yoluyla Kordon’a doğru yürürken diğer bir tümen ise sol taraftan Kadifekale'ye doğru yürümekteydi. Bunun sonunda da; şehrin devleti temsil eden binalarına bayrak çekilmesi önem kazanmaktaydı. Bunlardan en önemlisi; Hükümet Konağı idi ve yüzbaşı Şerafettin’in önderliğinde tekrar ele geçirilmişti.

O saatlerin nasıl gerçekleştiğini Fahrettin Altay Paşa “Yunanlılar Hükümet binasını kapatmış kaçmış, bir odacı kadın kapılan açıyor. Şeref birkaç erle balkona çıkıyor, şanlı sancağımızı öperek direğe çekiyor ve selamlıyor.” Şeklinde anlatırken, sonra “er” dediklerinin teğmen Ali Rıza ve Teğmen Hamdi oldukları ve bayrağı birilikte göndere çektikleri de anlaşılmaktaydı. Artık İzmir’in kurtuluşunun ilk aşamalrı gerçekleşmişti.  
Ama elbette şehirde göndere bayrak çeken başkaları da vardı. Yine; o dönem askeri merkez olan Sarı Kışla’ya Yüzbaşı Zeki Bey; Kadifekale’ye Binbaşı Reşat Bey ve Teğmen Besim;  Kordon'daki Yunan Milli Bankası'na Binbaşı Selahattin tarafından ay yıldızlı Türk bayrağı çekilerek kurtuluş tamamlanmıştı. 
Mustafa Kemal Paşa da; İzmir’e bir gün sonra Kemalpaşa (Nif) tarafından, belkahve üzerinden girmişti. Nif’te bir arkadaşının “kazandık Paşam” sözlerine “asıl savaş şimdi başlıyor” yanıtı da savaş sonrasında düşündüğü “kurtuluşu” anlatmaktaydı.

Mustafa Kemal Atatürk; 12 Eylül 1922 tarihinde İzmir’den Türk milletine yayınladığı bildiride; "Türk milleti! Anadolu'nun kurtuluşu zaferini kutlarken, sana İzmir'den, Bursa'dan, Akdeniz ufuklarından, ordularının selamını da sunuyorum." Kurtuluşu taçlandırmıştı.

Dünyayı dize getiren, gerekli olmadıkça savaşı cinayet gören Mustafa Kemal Paşa’nın 10 Eylül günü Hükümet Konağı önüne gelişini anlatan Ruşen Eşref; “On binlerce insan toplanmıştı konağın önünde… Kuzuyu fark edince bana döndü, 'Aman, çabuk gidin, söyleyin, şu kuzuyu kesmesinler!' diye buyurdu. Aşağıya koştum. Fakat kapının önüne varınca gördüm ki beyaz mermere al kanlar yayılmış. Vaktinde yetişemediğimi arz için başımı ve ellerimi kaldırıp yukarı doğru baktım. Gördüm ki balkondan çekilmişti. Koskoca bir saldırgan ordusunu yok etmiş bir muzaffer başkumandan, bir kuzu kanı dökülmesine bakamayacak derecede insan yüreği taşıyordu." Cümleleriyle de Atatürk’ün kişiliğini çok net anlatmıştı.

O kişilik, tam bağımsız, onurlu, çağdaş bir temele oturan yeni devleti ve aklı hür vicdanı hür yeni bir toplumu yaratmak için İzmir’in kurtuluşu sonrası “kuruluş” çalışmalara başlayacaktı.
 

YORUMLAR

  • 0 Yorum